1 Haziran 2011 Çarşamba

28 Ocak 2011 Cuma

BİLİM ve TEKNOLOJİ *

Bilim Nedir?
Bilimin farklı kaynaklarda farklı tanımları bulunmaktadır. Bunların sentezini yaparak bilimi “doğayı veya nesnel bir konuyu bilme isteğinden yola çıkarak, deneysel yöntemlere, objektif gözlemlere ve verilere dayanarak genel doğrulara ve temel yasalara ulaşmak için gerçekleştirilen sistematik araştırma süreci” olarak tanımlayabiliriz.

Bilimdeki “Temel İçgüdü”:
İnsanoğlu hem korku, hem de merak, hem de çıkarları nedeniyle doğayı öğrenmeye çalışmıştır. Gök gürlemesi, şimşek çakması, ayın ya da güneşin tutulması, hastalıklar, afetler gibi doğa olayları bazen de onu korkuttuğu, bazen onun merakını cezp ettiği, özellikle de kendi çıkarını (örneğin refah seviyesini, yaşamını, hatta başka insanlara üstünlüğünü) arttırmak için doğayı anlamaya çalışmaktadır. Sonuçta, ister korku, ister merak, isterse yararlanmak veya hükmetmek için olsun insan varoluşundan beri içgüdüsel olarak doğayı bilmek ve doğaya egemen olmak istemiştir. İnsanın evrenle, doğayla olan bu mücadelesi (son zamanlarda ise kendi çıkarı için biraz olsun barışma çabası) ve dolayısıyla bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.

Bilimin Alanı:
Bilimin uğraş alanı tüm doğa olaylarıdır. Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla algılıyoruz.  Yalnızca fiziksel olguları değil, insan ile direkt ilgili olan sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel alanlarını (ki hepsi zaten birer doğa olayıdır) konuları da inceler ve bu alanlara “Toplum Bilimleri” adı verilir.. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır ve bilimin araştırma alanına girer.  İnsanoğlu, bu olguları bilmek ve kendi yararına yönlendirmek için varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmakta, başka canlıların yapamadığını varsaydığımız bu işi, insanoğlu aklıyla yapmaktadır.

Bilimsel Sürecin Nitelikleri
İnsanlık tarihi boyunca bilimin içeriği ve inceleme alanları ve yöntemleri ciddi değişimlere uğramıştır. Bu nedenle bilimin ortak ve süreklilik gösteren nitelikleri sınırlıdır. Diğer yandan bilimin 4 temel niteliğini, tarihte geçici bazı dönemlerde gerilemeler olsa bile uzun zaman diliminde ve bilim alanında görebilmekteyiz: Çeşitlilik, Süreklilik, Yenilik ve Ayıklama.

Çeşitlilik: Bilimsel çalışma hiç kimsenin tekelinde ve izninde değildir. Belirli bir temele dayandığı sürece bilim herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke sınırlaması yoktur. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz.
Süreklilik: Bilimsel merak ve bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Merak insanoğlunun doğasında olduğu için krallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır.
Yenilik: Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkanlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.
Ayıklanma: Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.
[Bu bölüm için kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/214272-teknoloji-ve-bilim-nedir.html]

Diğer yandan, görüşümüze göre, bilim önemli bir ölçüde muhafazakârdır ve bu da kendi gerçeğe ulaşma sürecini olumsuz etkilemektedir. Bu muhafazakârlığın temel nedenlerinden birisi her ne kadar objektif olmaya çalışırsa çalışsın, bir insan olarak bilim adamlarının da belirli bir önyargıya sahip olmasıdır. Bir diğer neden de önyargının disipliner boyutudur. Bilim sistematiği ve yapısı itibariyle doğadan yeni edindiği bilgileri ancak zaten şimdiye kadar oluşturmuş olduğu genel doğrular ve temel yasalar çerçevesinde yorumlar. Yeni verilerin mevcut düzeneği açmaza süreklediği durumlarda bilim genellikle düzeneğini yenilemektense bu verilerde bir sorun olduğunu bulma eğilimine girmiştir. Her iki nedenden dolayı bilim sonuçta yeni edindiği bilgileri mevcut bilgilerle oluşturmuş olduğu paradigmalar ve formüller çerçevesinde algılar. Bu da, yeni ulaştığı bilgileri bazı durumlarda esnek ve gerçekçi şekilde değerlendirememesini, hatta bazı somut deney sonuçlarını uzun dönemler süresince görmezden gelmesini beraberinde getirmektedir (örneğin, Newton’un, Einstein’ın kuramlarının uzun bir süre görmezden gelinmesi). Bilimin sistematiğini oluşturan bu düzenek ve süreç, birçok durumda bilimin nihai amacı olan doğayı anlamamızı geciktirmektedir.

Teknoloji Nedir?
Teknoloji sözcüğünün kökeni eski Yunanca’daki “tekhne” (sanat, zenaat) ve “logos” (söz, sözcük) terimlerinin bileşiminden oluşmuştur. Bilimin insanın pratik yaşam gereksinimlerinin karşılanmasına veya çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamaları anlamına gelmektedir. Bir insan etkinliği olarak teknoloji insanlığın tarihinde bilimden daha önce somutlaştırılmıştır.
Gelişmiş ülkelerde, ürün rekabeti, bilimsel ve teknolojik yetkinlik rekabetine dönüşmüştür. Klasik anlamda rekabet gücünü belirleyen faktörler arasında doğal hammadde kaynaklarının bolluğu, ucuz işçilik gibi temel üretim faktörleri yer alırken, günümüzde ileri ve özellikli üretim faktörleri belirleyici duruma gelmiştir. İleri üretim faktörleri, nitelikli iş gücünü, Ar-Ge altyapısını, modern bir haberleşme ağını ve bilişim (enformasyon) teknolojilerinin etkin kullanımını içerirken, özellikli üretim faktörleri, belirli alanlarda yoğunlaşmış bilgi ve beceriye sahip iş gücü ile bilgi ve deneyim birikimini içermektedir.
Diğer yandan, başta elektronik, enerji, bilişim, uzay, biyomühendislik, organik kimya endüstrileri gibi "bilim ve teknoloji temelli" sektörler en yüksek oranda katma değer yaratan, dolayısı ile toplumsal refaha katkıları en yüksek olan sanayi dalları olarak ortaya çıkmaktadırlar.

Bilim ve Teknoloji Arasındaki İlişki ve Farklar
Bilim keşfedilmemiş gerçekleri ve kuralları bulma çalışmasıdır. Bir araştırma, kuramsallaştırma biçimidir. Bu doğrultuda hipotezler ve teoriler çerçevesinde ilerler, yeni bilgiler peşinde koşar ve onları yorumlar.
Teknoloji ise bulunan gerçekleri pratik yaşama dökmek ve bu kurallar çerçevesinde sınırları zorlama, bir uzmanlaşma ve insan amaçlarına hizmet etme eylemidir.
Görüldüğü üzere Bilim ve Teknoloji ayrı kavramlar olmakla birlikte birbirlerini tamamlamaktadır. Bilim daha kuramsal ve kavramsal, Teknoloji ise daha uygulamaya ve pratiğe yöneliktir. Yazımızın başındaki bahsedildiği üzere yönlendirici temel güdüsü ister korku, ister merak, isterse yararlanmak veya hükmetmek olsun, bilim insanın doğayı anlama çabası ve süreciyken, Teknoloji insanın bu uğurda bilimi kullanarak geliştirdiği alet, ürün, hizmet veya süreci ifade etmektir. Yani insanoğlu bilim ile öğrenmekte ve kavramlaştırmakta, teknoloji ile bu bilgileri kendi yararına dönüştürmektedir. Bu bağlamda, özellikle son yüzyıllarda* teknoloji gelişebilmek için, bilime ihtiyaç duymaktadır. Yenilikçilik aşamasında deneme-yanılma, tesadüfle bulma gibi yöntemleri de içerebilmekle birlikte teknoloji daha somut ve hızlı ilerleyebilmek için genelde bilimden yola çıkar. Günümüzde özellikle ABD, Japonya ve Almanya’da bilhassa da bu ülkelerdeki üniversite ve laboratuarlarda bilimsel çalışmalarda (temel bilimler) elde edilen somut veriler teknolojiye dönüştürülmekte, bu iki kavram arasındaki bağlantı önemsenmektedir. Bu olgu, ülkemiz üniversitelerinin en önemli eksiklerinden birisidir. Bilme direkt katkıda bulunacak orijinal amprik veya kuramsal çalışmalar zaten sığ olduğu gibi birçok üniversitemizde mevcut bilimsel bilgileri teknolojiye, örneğin sanayinin kullanımına sunmak gibi bir çaba nadiren görülmektedir. Bunun diğer yönü de aslında eksiktir, genellikle teknolojiyi geriden takip eden veya bunu yurtdışı firmalara lisans ücreti ödeyerek veya direkt taklit ederek sağlayan firmalarımızın çoğunun teknoloji geliştirerek ve bu yönde üniversiteleri zorlayarak sektörlerinde yenilikçi adım atma kaygısı da (Ford, Oyak Renault, Tofaş, BSH, Arçelik, , Yonca-Onuk, Söktaş gibi istisnai bazı firmalar hariç) nadiren görülen bir durumdur.
Halbuki, uzun zaman diliminde teknoloji etkinliğini arttırabilmek için bilime ihtiyaç duymaktadır. Diğer yandan, bunun tersi yönde bir ilişki de geçerlidir. Teknolojinin etkin kullanımı (örneğin uzayı incelediğimiz ileri teleskoplar veya uzay araçları) bilimin ilerlemesini (örneğin uzayın anlaşılmasını) kolaylaştırmaktadır.

Son Söz: Özetle Bilim ve Teknoloji birbirlerini hem tamamlamakta hem de bir diğerinin gelişimine yardım ve aracılık etmektedir.

Derleyenler
Yekta Ö.Özözer ve Arif Gökhan Rakıcı
Aralık 2010

-
Kaynaklar:
1.   T.Dil Kurumu Sözlüğü
2.   http://xhami.blogspot.com/2009/02/bilim-ve-teknoloji-tarihi.html
3.   http://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/214272-teknoloji-ve-bilim-nedir.html
4.   http://www.taylanbey.com/teknoloji-nedir#ixzz16NbFWwjl
-

Ek Bilgi: Her ne kadar günümüzde Teknoloji Bilim temelli, bilim de özellikle amprik çalışmalarda ekipmanları ve bilgisayarları, yine hipotezleri test etmekte bilgisayarları kullanarak teknolojiyi amacına hizmet ettirse de bu yakın ilişki eski çağlarda pek geçerli değildi. Günümüzde iç içe geçmiş bu iki olgu eski çağlarda, hatta 18.yy’a kadar bile birbirinden oldukça ayrı gelişmekteydi. Örneğin, Antik Çağın önemli bilim adamı Aristoteles erkeklerde 32 diş varken kadınlarda diş sayısının 28 ile sınırlı olduğunu öne sürmüş, ancak karısının ağzındaki diş sayısını sayma zahmetine bile girmemiş, dolayısı ile geliştirdiği bilim daha çok kavramsal düzeyde kalmıştır.
O dönemlerde Bilim daha çok aristokrat ve elit zümrelerin, bilimden uzak teknoloji ise işçi, usta ve zanaatkarın pratik uygulamalarıyla gelişmekteydi. Bu iki disiplini bir araya getirme gayreti 13. yüzyılın büyük filozof ve bilgini Roger Bacon önderliğinde Ortaçağ’da başlamıştır. Bacon barut yapımını ayrıntılarıyla betimledi, motorlu gemiler ve uçan makineler tasarladı. 16. yüzyılda Francis Bacon, deneysel bilimin savunculuğunu yaptı; bilim adamlarının usta ve zanaatkarların yöntemlerini incelemeleri, zanaatkarların ise bilimden yararlanmaları gerektiğini öne sürdü. Teknolojinin bilim temeline oturtulması ise ancak 19. yüzyılda başlayan bir olgudur. Örneğin, elektrik ampulünün icadı Faraday ve Henry'nin çalışmalarına; telefon Helmholtz'ın; radyonun gelişimi ise Maxwell ve Hertz'in çalışmalarıa dayanır.
Edison örneğinde bir başka gelişme daha dikkati çeker: Bilim-teknoloji işbirliğinin kurumsallaşması.
Elektrik ampulünde filaman olarak kullanabileceği bir teli bulabilmek için 14 ay süreyle binlerce malzemeyi tek tek deneyen Edison, bu çabalarını dünyanın ilk araştırma laboratuvan olarak kabul edilen New Jersey'deki Menlo Park'ta gerçekleştirmiştir. Bu laboratuvarın kuruluşu modern teknoloji araştırmalarının başlangıcını da simgeler. Bundan sonraki gelişmelerde teknolojide bilimsel bilgiden yararlanıldığı, teknolojik süreçlere bilimsel ilkelerin uygulanmaya başladığı gözlenir. Böylece sistem mühendisliği ve yöneylem araştırması gibi disiplinler, benzetim ve matematiksel modelleme gibi yöntemler ortaya çıkmıştır.
Not: Bu bölüm ağırlıklı olarak http://www.msxlabs.orgdan alıntılanarak kaleme alınmıştır.



(*) Bu makale ekte belirtilen kaynaklardan derlenmiş ve ek yorumlarla zenginleştirilmiştir.

6 Aralık 2010 Pazartesi

YENİLİKÇİLİK İÇİN PRATİK İP UÇLARI III

3. İPUCU: Bir problemi çözemiyorsanız en azından ondan yarar sağlayın
Problemden Yarar Sağlama Tekniği: Yenilikçiliğin (inovasyonun) temel ipuçlarından biri de kaynakları etkin kullanmaktır
ve buna problemler de dahildir. Zihni paradigmalarımız nedeniyle problemi salt zararlı bir kavram olarak algılarız. Oysa
çözemediğimiz bir problemden yarar elde etmeye hatta yapabilirsek onun üzerinden başka problemleri çözmeye
çalışabiliriz. Aşırısı problem yaratan yakıcı güneş, rüzgar ve dalganın enerji problemini çözmekte kullanılabilmesi akla gelen
en basit örneklerdir. Ya da, o zamana kadar dünyaca pek tanınmayan jet sosyete mensubu Paris Hilton’un, kendisine kızan
erkek arkadaşının birlikte sevişme görüntülerini internet sitelerine “servis etmesiyle” başlayan süreci bir düşünün: Önce
kısa süreli bir üzüntü dönemi, sonrasında bundan elde edilen geçici şöhretle Hilton’un servetini iyice artırıp bir para
makinesine dönüştürmesine olanak tanıyan iş modeli! Kim ne derse desin Paris Hilton’un akıllı bir iş kadını olduğu kesin.
Aşağıda sıraladığımız örnekler, geçtiğimiz danışmanlığını veya eğitimciliğini yaptığım ülkemizin önde gelen bazı firmalarına
son birkaç yılda önerilmiş, bir bölümüyle çalışmalar yürütülmüştür.
I-Zorlu müşteri problemi: Banka-firma teftiş uzmanları veya kalite kontrolörleri gibi bazı mesleklerden müşteri grupları, hızlı veya dayanıklı tüketim ürünü satan firmalarımıza problem kaynağı olabilmekte, ıvır-zıvır her türlü konuda satış temsilcilerine kabus yaşatabilmektedir.
Diğer yandan, bu ipucu ışığında, bu zorlu tüketici kitlesinden ürün geliştirme süreçlerimizde, lansmanı yapılacak ürünlerdeki
olası hataların önceden ve kestirmeden teşhis edilmesi için ideal bir test ortamı oluşturduk. Bu müşterilerimiz -buldukları
her kusur tüm tüketicileri ilgilendirmese de- ürün geliştirme uzmanlarının veya bizim bulamayacağımız birçok aksaklığı çok
net şekilde öngörebildi. Biz de düzelterek ürünün daha iyisini geliştirebildik.
II-Sarsıntı ve gürültü problemi: Bozuk yollar otomobil, hafif veya ağır ticari araçlarda sarsıntı veya gürültü problemine
neden olmaktadır. Öte yandan, pilot adaylarına gerçek bir uçak/helikopter ortamı yaratmak için kurulan simülasyon
merkezinin çevresinde de aynı türden yoğun gürültü ve sarsıntı problemi oluşmaktadır. Ancak şu da var ki, günümüzde
gürültü ve sarsıntı piezo elektrik sistemler aracılığıyla elektrik enerjisine dönüştürülebilmektedir.


III-Yeni neslin yönetimi problemi: Günümüzde birim yöneticileri veya insan kaynakları sorumlularının başlıca sorunlarından
biri de yeni neslin (Y-jenerasyonunun) yönetilmesi ve motive edilmesidir. Şu an görev yapan yöneticilerimiz (örneğin
yapılan işin bir anlamı olduğunu, sonucuna etkisini göstermek gibi) genç kitleyi motive edecek bazı pratik uygulamalar
geliştirebilirlerse bu, 2010’lu yıllarda kariyerlerine çok olumlu etki yapacak bir yetkinlik olacaktır. Çünkü bu sorun
işletmelerimizde artarak devam edecek, bunu yönetebilen ve kendisine bu konuda danışılabilen yöneticilerin geleceği ve
kariyeri daha parlak olacaktır. Zaman zaman işitme sorunu yaşayan İsmet İnönü’nün, bu problemini işine veya ülkemizin
işine gelmediği bazı durumlarda kendisine iletilen mesajı (problemi) duymamazlıktan gelmesi de yöneticilik için bir diğer
örnek olarak verilebilir.
IV-Motor ısısı problemi: Motor ısısının yükselmesi, otomotiv üreticilerimizde iki ana problem yaratmaktadır: Yakıtın etkin
şekilde kinetik enerjiye dönüştürülememesi yani enerji kaybı ve motor ısısının soğutulmaya çalışması için ayrıca enerji
kaybı. Halbuki günümüzde teknolojik gelişmeler sayesinde geliştirilen “thallium-doped lead telluride” alaşımıyla ortam
ısısından çok daha yüksek oranda elektrik enerjisi elde edilebilmektedir. Yine Görsel 3’te görülebileceği üzere, çevre için
zararlı olan egzoz gazı, otomobil lastiği değiştirirken kriko problemini çözmek için kullanılabilmekte, sürücü efor sarf etmek
zorunda kalmamaktadır.
V-İşyeri İsimlerinde Yabancı Sözcüklerin Kullanılması: Gereksiz yabancı hayranlığından ve özgüven eksikliğimizden dolayı
ilgili ilgisiz birçok restoran, berber, otel vd işyerinin marka ismi ülkemizde yabancı dilde örneğin Fransızca, çokça da
İngilizcedir (“The” Greenpark Hotel, Fashion Kuaför, Innovia Evleri gibi) . Bu konuda iş dünyası ikiye ayılmış durumdadır.
Bir grup yabancı sözcükler nedeniyle türkçemizin geride kaldığını, yabancı sözcüklerin kullanılmasını savunanlar ise türkçe
ünvanların ihracat pazarlarında anlaşılmadığını savunmaktadırlar. Bu tartışmada her iki grubun da haklı olduğu noktalar
vardır. İpucumuz ışığında önerimiz bu sorundan yarar sağlamamız şeklindedir: Eğer bir işyerine yabancı sermaye katkısı
varsa veya firma örneğin toplam cirosunun en az %15’ini ihracat veya yabancıya satış ile döviz girdisi ile sağlıyorsa firma
yabancı dilde marka ismi kullanabilir. Yoksa kullanamaz. Yani, yabancı dilde marka almak isteyen ülkemize yabancı
sermaye veya ihracat veya yabancı kişi bazlı döviz getirmesi getirmek, yani ülke döviz girdisi sağlamak zorunda kalır,
problemden yarar elde edilir.
Uygulama Yaklaşımı: Yukarıdaki örneklerde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, kaynak olarak kullandığımız
problemi aslında çözmüyor olduğumuzdur. Bu nedenle de çözümümüz her zaman en ideal çözüm olmayabilir. Motor ısısı
probleminin ideal çözümü motorun hiç ısınmaması, yakıtın daha fazla oranda kinetik enerjiye dönüşmesidir. Bu nedenle
önce “kök neden” ortadan kaldırmaya uğraşılmalıdır. Diğer yandan, birçok durumda problemin kaynağı bizim kontrolümüz
ve etki alanımız dışındadır; zorlu müşteri veya yakıcı güneş örneklerinde olduğu gibi… Müdahale edemeyeceğimiz bu tip
durumlarda problemi yarara dönüştürmek akılcıdır ve bizim için bir yenilikçilik fırsatıdır.
Ülkemiz gibi problemlerin bolca olduğu bir ülkede çokça yenilikçilik fırsatı yakalamanız dileğimle

YENİLİKÇİLİK İÇİN PRATİK İP UÇLARI II

2.İpucu: Ele aldığınız problemin daha ekstrem yaşandığı bir sektörü irdeleyin, daha yaratıcı bir çözüm çoktan bulunmuş olabilir Gayet iyi bilinen bir hikayedir: Stok yönetiminde atılım yapmak isteyen Toyota, önemli mühendislerinden Taiichi Ohno başkanlığında bir ekibi, Ford Motor Company'nin başarısının sırlarını anlamak için firmanın Detroit yakınlarında bulunan Dearborn'daki fabrikasını incelemeye gönderir. Ohno (Amerikan otomotiv sanayinin 2000'li yıllardaki verimsizliğinin ve sonucunda çöküşünün belki de habercisi olan) bu fabrikadaki stok yığınlarına şaşırır. Ford sistemini tüyo almaya değer bulmaz. Öte yandan mühendis şaşırtıcı şekilde farklı bir sektörden, bölgede şubeleri olan Piggly Wiggly süpermarketlerinin stok yönetim sisteminden etkilenir. Bu yenilikçi süpermarket zinciri, mağazalarında özellikle de sebze-meyve reyonundan alınan ürünün bilgisini (o dönemde bilgisayardan yararlanmamalarına rağmen) anında satın alma departmanına ileten bir sistem geliştirmiştir. Böylece fazla depo alanı olmayan süpermarket minimum stokla çalışmakta ve alınan her ürünün yenisi anında sisteme girdiği için reyon mamulsüz kalmamakta, özellikle de sebze-meyvenin en tazesini müşterilerine sunabilmektedir. Bu süpermarketin son derece senkronize işleyen sistemini irdeleyerek otomotiv üretimine uygulayan Toyota, sonraları Tam Zamanında Üretim (JIT-Just in Time) olarak bilinecek ve rakiplerinin hep bir adım önünde olmasını sağlayacak minimum stokla üretim teknolojisini geliştirmiştir. Kaynak:http://www.absoluteastronomy.com/topics/Toyota_Production_System Tam Zamanında Üretim felsefesini açıklamak için anlatılan bu örnekte aslında farklı dersler de var: i) Sistemini geliştirmek isteyene her zaman çevrede çok kaynak vardır; otomotiv fabrikasından işinize yarayacak bir şey öğrenemezseniz süpermarket gibi yüksek teknoloji sektörü olmayan bir sektörden ders çıkarabilirsiniz pekala. Yeter ki öğrenme isteğiniz, merakınız ve gözlem yeteneğiniz olsun. "Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım." Albert Einstein ii) Ele aldığınız problemin daha ekstrem yaşandığı bir sektörden de iyi dersler çıkarılabilir. Çünkü o sektör sizin sorununuzu, yani kendi sektöründeki yansımasını sizden daha şiddetli yaşamakta ve kuvvetli bir olasılıkla ayakta kalabilmek için sizden daha önce bir çözüm bulmak zorundadır. Örneğimizde Piggly Wiggly süpermarketleri, birkaç nedenle stok yönetimi sorununu o zamanlardaki (devasa stoğuyla bile pazar lideri olabilen Ford'un yer aldığı) otomotiv sektöründen daha zorlu yaşamaktadır. a) Bu süpermarket zinciri, geniş deposu olmadığı için fazla envanter sorununu birçok sektörden daha fazla hissetmektedir. b) Bir günden fazla reyonda kalan sebze-meyveler bozulabilmekte, yani süpermarket için ekonomik değer yitirimi birçok sektörden çok daha hızlı olabilmektedir. c) Müşterinin isteğini anında karşılayamamanın (reyonda ürünün bulunmamasının) bedeli, süpermarket sektöründe (rekabetin en azından o zamanlar için daha az olduğu otomotiv sektöründen) daha yüksektir. Tüm bunlar süpermarketin çözüm bulmak için bu tür baskıları henüz çok yaşamayan otomotiv sektörü başta olmak üzere birçok sektörden daha erken davranmasına ve minimum stokla çalışmak için çözüm bulmaya çalışmasına neden olmaktadır. Bu konuda bir başka kayda değer örnek verecek olursak… Birkaç yıl önce, önde gelen mutfak fırını firmalarına cam üreten teknolojisi yüksek bir firma, benden ve yurtdışı ortağımdan ürünleri olan fırın camlarına yağ damlalarının yapışmasını önleyecek bir çözüm üretmemiz ricasında bulundu. Büyük bir derttir, bilirsiniz: Ortadoğu ülkeleri kadar ülkemiz mutfağında da yağ bol kullanılır; yemek yağı fırının 280°C dereceyi bulan iç ısısında cama sıçrar, bu yüksek ısıda pişer ve afiyetle yenilen yemeğin ardından maalesef fırın camını kazıma mesaisi başlar. Hal böyle olunca, bu alanda yenilikçi bir çözüm bulan bir firmanın rekabette fark yaratarak, ürünlerini çok daha kârlı satabileceği açıktır. Sonuç olarak, çözümü uçak motoru üreticilerinin patentlerinde bulduk ve fırın camı sektörüne adapte ettik. Peki, çözüm neden uçak motoru sektöründen geldi? İki nedenden dolayı aynı problem için uçak motoru sektörü, fırın camı sektöründen çok daha önce ve ileri çözüm bulmak zorundaydı. Bu yüzden önce o sektörü inceledik, teknolojik ipucunu hemen verdi. a) Uçak motoru sektörü, yağ yapışması sorununu çok daha zorlu bir ortamda yaşamaktaydı. Motor iç ısısının 1200 °C dereceden bile yukarıda seyrettiği bu sektör için yağın yüksek ısıda yapışma sorunu elbette daha zorlu bir problemdi ve çözümün daha yüksek ısı için üretilmesi şarttı. b) Sektör bu sorunu çözememiş olsaydı, fırın camını kazımaktan çok daha büyük bir problemle karşı karşıya kalacaktı: Uçakların düşme tehlikesi! Bir diğer yandan; ister ofis işleriyle uğraşın ister envanter ya da malzeme sevkiyatı, eğer elinizdeki ürünün/işin karşı tarafa çok hızlı ama emniyetli iletilmesini veya minimum stok tutmak istiyorsanız ekspres kargo firmalarının sisteminden esinlenebilirsiniz. Sizin işiniz belirli bir sevkiyat gecikmesine tolerans gösterebilir ama ekspres kargo müşterilerinin yarım saat gecikmeye bile tahammülleri yoktur ve ekspres kargo firması bu sorunu sizlerden çok önce çözmek zorunda kalmıştır. Problemi daha ekstrem Yaşadığınız problem yaşayan firma-sektör Nedeni Stok sorunu Ekspres kargo (DHL Expr) Müşterisi 1 saatlik gecikmeyi bile tolere etmez Prj zamanlama ve koord. F1 Pitstop'ları 1 sn koordinasyonsuzluk-gecikmeden yarış kaybedebilirsiniz Çizgi altı reklamsız satış İlaç (farma) sektörü Kitle reklamı yasak ama sektörde rekabet çok yüksek İşyeri güvenliği Savunma sanayi Bir aksaklık olursa askerin yaşamı sona erer Mücevherat sektörü Bir aksaklık olursa çok büyük kayıpları olur Hijyen Ameliyathaneler Bir aksaklık olursa hastanın yaşamı tehlikeye girer Y-Nesli eleman devir hızı Çağrı merkezleri Elemanlarının en az %80'i Y-Nesli ve iş çok zorlu, çözüm bulmak zorundalar Bu ipucu aslında pek bilinmeyen ama mantıksal bir temele dayanmaktadır. Elimizde bulunan dünyanın en büyük inovasyon veri bankasında yaptığımız incelemeler göre, tamamen farkı sektörlerde de olsalar, benzer sorunların çözümleri benzer trend adımları izlemektedir. Sorunu daha zorlu yaşayan sektör, çözüm için daha çok uğraşmakta, daha fazla kaynak ve zaman ayırmakta, soruna daha çok odaklanmaktadır. Bu nedenle de çözüm adımlarında diğer sektörlerden daha ileri gitmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu ipucumuz, işte bu kuvvetli olasılıktan yararlanmaktadır.
2 Haziran 2010 / Çarşamba, Yekta ÖZÖZER / ABC Danışmanlık

KURUMSAL YAĞ SANATI

Yerinde ve ustalıklı “kurumsal yağ” sadece kişinin kariyerine değil, çalıştığı firmaya da yararlıdır. Ancak bilinçsizce yapılan “vıcık yağcılık”, üst yönetimin pazar ve kuruluş realitelerinden uzaklaşarak yanlış kararlar almasına ve dolayısıyla birçok açıdan büyük bedeller ödenmesine neden olabilir.
Sporda Yağcılık Sanatı
“Yağ sanatı üstatları” politika, spor dahil her alanda bulunabilir. Örneğin; sahadaki kıvrak çalımlarından birini Trabzonspor’a atarak Süper Lig’in devre arasında, son saniyede Beşiktaş’la anlaşan (eski Fenerbahçeli) Bursaspor’lu Yusuf Şimşek, 10.01.2009’da transferini şöyle açıklamıştı: “Bunu şimdi değil, imza atarken açıklayacaktık ama bu gerçek; biz sonradan değil anadan doğma Beşiktaşlıyız”. Halbuki aynı Yusuf, daha bir yıl önce “Fenerbahçe gençliğimden bu yana tuttuğum, sempati duyduğum takımdı zaten. Orada oynamaktan hep mutluluk duydum” demekteydi!
Bizdeki “yağcılık kültürü” o derece gelişmiştir ki bazı kıvrak yabancı oyuncular bile bu alanda bize hemen uyum sağlamışlardır. Örneğin; “Ben bizim başkan Mecnun Otyakmaz’ı da, teknik direktörümüz Bülent Uygun’u da çok seviyorum. Başkanın ikinci adı Atakan, ismimin Atakan, soyadımın da hocamızın soyadı Uygun olmasını istiyorum” diyen ve bu konuşmasını bizzat “yalaka ben yalaka” diyerek tanımlayan Sivassporlu Pini Felix Balili... Aslında Balili çok haklıdır: Başarının yolu “zeka” veya “çalışma”dan değil, “yalakalık”tan geçmektedir.
Başarıyı kutlama yöntemimiz açısından da, “arkadaşlara değil, direkt olarak teknik direktörlerine koşmak” futbolumuzu, “kuruma yarar sağlamak yerine amire/patrona yalakalık” da firmalarımızı dünyadaki benzerlerinden ayıran karakteristikleridir. Ancak beni asıl rahatsız eden siz sevgili okurlarıma yağ çekilmesi değil, bunun sizlerin layık olduğu (!) incelikte yapılmamasına neden olan beceri eksikliğidir.
Ailede Yağcılık Sanatı
Yağcılık kültürümüzün cıvık bir boyutu da, “isim” gibi kalıcı ve kişiliğin direkt parçası olan bir unsuru yağcılık amacına alet etmektir. Misal; zengince dedenin ismini aileki ilk erkek toruna verebilmek için bir an evvel, diğer kardeşlere çalım atarak onlardan önce erkek çocuk sahibi olunur. Burada gizli amaç babanın, erkek kardeşlerinden daha hızlı şekilde şirketteki yerini sağlamlaştırması olabilmektedir. “Ama kayınpederimin ismi oğlum için eski kalır, daha çağdaş bir isim koyalım” diyen eşler olursa, isme “Can” modernleşme eki konularak (Abdülkadir Can gibi) onlar da ikna edilir. Bu durum, zamanının parti liderinin gözüne girebilmek için oğluna onun adını verip, sonradan o liderin fikir ve icraatlarıyla ters düşüp pişman olma gibi riskleri de içerebilmektedir. Ama o andaki amaç günü kurtarmak, güçlü kişiye güçlü olduğu zamanda yaranmaktır.
Kurumlarda Yağcılık Sanatı
2004’ü 2005’e bağlayan yılbaşı gecesi; yedi-sekiz kişilik bir arkadaş grubu olarak eğleniyoruz. Arkadaşlarımız Eda, Serra ve Haşmet’in kurucuları arasında yer aldığı firmanın büyük hissedarı Alev Hanım da bizimle; konuşmalarında onunla ters düşmemeye özel bir özen gösteriyorlar. Sohbet, işe dair çok hassas bir meseleye gelmişken Serra, birden Alev Hanım’a dönerek “Giyinmeyi biz sizden öğrendik” şeklinde bir itirafta bulunuyor. Kendisine, “bu hiç olmadı Serra” mesajını veren bir bakış fırlatıyorum ama aslında, evsahibi dâhil kimseye sormadan geceye Alev Hanım’ı davet eden Serra’dan, bu girişimini tamamlayacak bir iltifatı kesinlikle beklediğim için şaşırmıyorum. Esas canımı sıkan, işin uygulamasındaki teknik hatalar… Peşim sıra mutfağa gelen Serra kaygılı; aramızdaki diyalog şöyle gelişti…
- Ne oldu Yekta’cığım? Yanlış bir şey mi söyledim sence?
- Aslında, evet. Senin gibi kıvrak zekâlı (eleştiri yaparken bile karşınızdakinin var olan iyi yönlerini vurgulayın) bir kız için kurumsal tecrübene ve yetkinliğine göre acemice bir söz oldu.
- Neden?
- Konuyu teknik açıdan ele aldığımızda bir değil, tam dört nedeni var.
- Nasıl yani?
- Birincisi; yağ çektiğin zatı yüceltişini asla kendi seviyeni alçaltarak yapmamak gerekir. Alev Hanım ile tanışmadan önce giyinmeyi bilmiyor muydun Serracığım? Zatı yüceltirken kendi itibarımızı da yükseltebilmek çok kolay değildir. Ama gerçek bir usta bunu da becerebilmelidir. Ne anlama geldiği bilinmeden, yerli yersiz kullanılan “sinerji” kavramı özünde budur: “Yüceltirken yüksel”
- Tamam, çok net aktardın.(Zeki kız Serra, kuralı anında kavrayıp bir de bana karşı hemen uygulamaya geçiriyordu.)
- Teknik açıdan ikinci önemli unsur ise; yağ çekilecek konunun gerçeklerle örtüşmesi zorunluluğudur. Bildiğim kadarıyla Alev Hanım, aslında pek de iyi giyinmiyor. İşin kötüsü, Alev Hanım da bunun farkında sanırım.
- Peki, kendisinin kuvvetli olmadığı bir konuda yağ çekilemez mi?
- Aslında çok nadir durumlarda çekilebilir ama bu, çok ince ve hassas bir konudur. Birçok üst düzey zat, bir yandan daha yukarılara çıkma ihtirasıyla alev alev kavrulurken diğer yandan da yeteneklerinin bu pozisyonlara yetemeyeceği endişesini yüreğinde, bilinçaltında taşır. Buradaki ince zanaat, arzulanan pozisyonla yetkinlik arasındaki boşluğu hızlıca kavramak (ki buna “gap analysis” diyoruz), daha da önemlisi de örtüşmeyen bu iki parametrenin hangisinin diğerine yaklaşabileceğini kestirebilmektir. Eğer eksik yön, zatın bir şekilde geliştirebileceğini düşündüğü bir yön ise çalışmaları bu alanda yoğunlaştırmak gerekir. Yani, onun kendinde olduğundan tam da emin olmadığı bir yetkinliği yakalanıp o konudaki özgüven geliştirilmelidir.
- Peki ya öyle bir birikimi, yeteneği yoksa... Ya o pozisyonda, örneğin iyi derecede İngilizce gerekiyorsa…
- Bu durumda, niçin bu pozisyon için İngilizce’nin zorunlu olduğu sorgulanabilir. Zatın, İngilizcesi iyi seviyedeki genç çalışanları yakın çalıştırarak bu sorunu aşabileceği (gözüne sokmadan) inceden inceye hissettirilebilir. Böylece kariyerde yükselmeyi birlikte sağlayacak tam bir “sinerji” yakalanmış olur. Ayrıca Vehbi Koç, İbrahim Bodur gibi herkesin saygınlığını kazanmış büyük işadamlarımızın İngilizceyi hiç bilmeden; Sakıp Bey, Tayyip Bey gibi kimilerinin ise vücut dili katkılı İngilizceleriyle büyük başarılar yakaladıkları hatta global slogan yarattıkları (van minüt) hatırlatılabilir. Bunlar hem fark analizinin çözümlenmesine hem zatın özgüvenini kazanmasına, hem de ileride pozisyon için yapacağı tartışmalarda elinin güçlenmesine neden olur.
- Başka, başka?
- Üçüncü kural: Yağ asla herkesin ortasında çekilmez. Herkesin ortasında yağ çekmek prestijini sarsabilir. Geldiğin, daha da önemlisi gelebileceğin mevkilere yetkinliklerin ve kuruma katkılarınla değil, farklı yöntemlerle ulaştığını düşündürtebilir. İşin kötüsü de, gereksiz bir rekabeti tetiklemiş olursun… Herkesten izole ortamda icraatın çok daha önemli bir nedeni daha var; o da, en samimi duyguların en mahrem anlarda ortaya dökülmesi gereğidir. Yoksa yağ çekilmeyi hak eden zatın aklında bazı şüpheler uyanabilir.
- Dördüncüsü neydi?
- O da yine doğallıkla ilgili sayılabilir: İltifatın, yağ çekilecek zatın hâlihazırda üstün olduğu bir konuda olmalıdır. Hatta en iyinin aslında kendisi olduğuna inandığı ama çevresindekilerin bunu bir şekilde henüz fark edemediğini düşündüğü bir konu olmalıdır. Bunu, diğer bir önemli yağ unsuru olan zamanlama açısından da değerlendirebiliriz. Yağda neticenin en iyisi, zata çok önceden yatırım yaparak alınır. Mesela Recep Tayip Erdoğan’a Başbakan iken “memleketi ancak siz kurtarırsınız” demek ya da “Menderes-Özal-Erdoğan” üçlemesini reklam panolarına yerleştirmek marifet değildir. Herkesin yağdanlığa dönüştüğü bir dönemde bunlar elbette fark edilmez. Ses, en gür şekilde çevre sessizliğe bürünmüşken duyulur.
Son Söz: Genel kanının aksine usturuplu ve uygun ölçüde uygulanan kurumsal yağ, sadece kişinin kariyerine değil, çalıştığı firmaya da yararlıdır. Zira başlarındaki dertler ve matris organizasyonla artan koca sayısı nedeniyle üst yöneticiler aslında kendilerini demotive eden birçok faktörle boğuşmak zorundadır. Onlardaki motivasyonsuzluk tüm firmanın performasını düşürür, o bilindik imam-cemaat süreci başlar.
Ustalık gerektiren tekniklerden yoksun, bilinçsizce yapılan “vıcık yağcılık” astlar arasında gereksiz bir rekabete, yağın taşarak astın ileride ayağını kaydırabilecek şekilde yerde birikmesine ve karakterinin sorgulanmasına neden olabilir. Daha da önemlisi, üst yönetimin pazar ve kuruluş realitelerinden uzaklaşarak yanlış kararlar almasına ve dolayısıyla kuruluş ile çevresindekilerin büyük bedeller ödemesine neden olabilir.
Birçok ülkenin devlet adamı, domuz gribi salgınının yayılmasını engellemek üzere topluma bilinç bakımından örnek olmaya çalışmıştır. Bizde ise sırf, Sağlık Bakanı ile ters düşen Başbakan’ın yaptığını onaylar görünmek için Milli Eğitim Bakanı’nın kendisinin de aşı olmayacağını halka (aslında Başbakan’a) açıklayarak bir şekilde salgının artmasına neden olması, kurumsal yağ çekerken ölçüyü kaçırıp topluma büyük bir bedel ödetilmesine net bir örnektir. Ülkemizde birçok firma/kurum bireylerin yağlama, amirlerin yağlanma çabası yüzünden uzun vadede çok ciddi zararlara uğramaktadır.
Bu nedenle tekrar altını çiziyoruz: Yağın azı karar, çoğu herkese zarardır, hatta tehlikeli olabilir.
Sağlıcakla kalın “çok değerli” okurlarım! ☺
29 Nisan 2010 / Perşembe, Yekta Özözer / ABC Danışmanlık

İŞ YAŞAMI BİR KING OYUNUDUR ASLINDA

Saf çalışanlarımızın kariyerlerinde yükselebilmeleri sadece gece-gündüz çalışmalarıyla mümkün değildir. İş yaşamının sinsi inceliklerini, sistemin nasıl çalıştığını iyi kavramaları da gereklidir. Bu amaçla, zevkli ve popüler bir iskambil oyunu olan King oyunu ışığında bir kariyerde başarı kılavuzu oluşturmak istedik.
King çoğunlukla lise veya üniversite yıllarında öğrenilir. İyi öğrenci dediğimiz, genelde IQ'ları duygusal zekâlarından daha yüksek öğrencilerimiz bu eğitici iskambil oyununu ıskalayıp sadece derslerine ve derecelere odaklanırlar. Yaşamın sırrının okullarda öğretildiği yalanı kendilerine yutturulmuş bu pırıl pırıl gençlerimiz iş yaşamının hain tuzak ve dalaverelerine karşı maalesef hazırlıksız yetişirler. Halbuki lise ve üniversite gibi yaşamlarının çok önemli bir dönemini cafe ve kahvehane gibi daha öğretici yaşam mekanlarında okey veya iskambil oynayarak, King'i de öğrenerek geçiren uyanık bir grup da vardır. Daha çok duygusal zekalarına (EQ) güvenen bu gençler kopyalama sanatında uzmanlaşmak, mezuniyeti 5, 6 hatta 7 yıla yaymak, hocaya acındırık çekmek gibi daha gerçekçi yöntemlerle bir şekilde mezun olur ve iş yaşamına kaykılırlar. King'i iyi öğrenmek aslında iş yaşamını iyi öğrenme adımıdır.
King oyunu nedir, iş yaşamına neresi benzer?
King Oyunu 4 oyuncu ile toplam 20 oyun üzerinden oynanır. Bu oyunlar iki kategoriden oluşur; toplamda 5.200 artı puanın alındığı 8 defa "koz" oyunu ile her birinden ikişer defa oynan 6 farklı "ceza" oyunu. En yüksek artı puanda bitiren oyuncu oyunu kazanır.
Koz oyunları: Koz oyunundaki amaç eldeki kozu kullanarak mümkün olduğu kadar çok her biri +50 puan olan eli almaktır. İş yaşamında da koz atarak parsayı toplayanlar, yani fazla efor, emek sarf etmeden mevki, prim elde edenler hep vardır. En büyük koz elbette yüksek bir yerden, örneğin bir milletvekilinden, patronun arkadaşından oyuncunun eline verilmiş kozdur. Patronun yeğeni gibi bazı oyuncular en büyük koz olan AS (Arkası Sağlam) ellerinde doğarlar. Bu oyuncular ellerindeki kozu daha oyuna (işe) girişte diğer oyunculara bilerek belli eder, böylece daha baştan hadlerini bilmeleri, gereksiz yere kendilerine rakip olmamaları sağlanır. Bazı oyuncular ise üst yönetici dediğimiz güçlü kart dağıtıcılara yakın durarak (bkz 29.04.2010 tarihli gazetemizdeki "Kurumsal Yağ Sanatı" makalemiz) kozu sonradan elde ederler. Bu kozu da son dakikaya kadar ellerinde tutmaya çalışır, amire diğer yaklaşanları tepiklerler. Ceza oyunları ise 6 farklı türdedir.
Kız almaz: Bu ceza oyunundaki amaç her biri -100 puan olan 4 kızdan birisini mümkün olabildiğince almamaktır. Bu eli en etkili oynamak zorunda kalanlar özellikle üretim bölümleri gibi çevrelerinde zaten pek kız bulunmayan, özellikle de işine odaklanmaktan, sosyal yaşamı sıfırlanmış erkek mühendislerdir. Anaları veya sevdikleri arkadaşları acıyıp duruma bir el atarak onlar için birilerini bulmazlarsa hayatta kız alamazlar.
Erkek almaz: Burada da kız oyuncular her biri -60 puan olan vale (delikanlı) veya papazı (daha olgun, adam) almazlar. Aslında çok isterler ama yine de alamazlar. Burada bir kısır döngü vardır, çok fazla isterlerse, bu sefer erkekler iyice ürker, hiç mi hiç alamazlar. Baştan bu konuda çok rahat gözüken kızlarımız yaş 30 aşınca çevreye daha bir dikkatli bakarlar. 32'de kadın matematiği dediğimiz endişeli bir hesaplama başlar: "Uygun adayı bu yıl içinde bile bulsam, evlenmeden önce adamın ikna olması için en az 2 yıl çıkmamız lazım. Diyelim ki işler yolunda gitti, o zaman bile çocuk için 35 yaşına gelmiş olacağım. Şimdiden bile geç kaldım, kaldı ki çevremde uygun birisi bile yok, eyvah …" vs. Hiç kullanılmamış, birinci el erkek bulmaktan ümidi kesen kızlarımız bir süre sonra yüksek kriterlerini mecburen düşürür, ikinci ele razı olmak zorunda kalırlar. Erkek almaz özellikle bankalarımızda kızlar arasında çokça oynanır. Erkek almayan kızlarımızın önce kendi sinirlerini, sonra da bölümde birbirlerini gererler.
Kupa almaz: Bu ceza oyunundaki amaç her biri -30 puan olan kupa kağıdından en az sayıda almaktır. Bu alanda en büyük başarı 1982-83 sezonundan bu yana hiçbir (Türkiye) kupasını alamayan firmamızdaki Fenerbahçelilere aittir. (Not, yazarımız samimiyetle hiçbir takımı tutmamaktadır).
Rıfkı Almaz: Rıfkı'yı, yani namı diğer Kupa Papazı'nı alan -320 gibi çok büyük bir puan kaybına uğrar. Rıfkı'yı "çalışanların ortasına düşen, aslında kimsenin direkt işi olarak tanımlanmamış ama firmanın yararı için mutlaka yapılması gereken, angarya, yorucu iş" olarak tanımlıyoruz. Varlıkları ve kimin tarafından yapıldığı üst yönetimce bilinmediği için "Artistik Puanı" düşük, ama bilgi gerektirdiği ve uğraştırdığı için de "Teknik Puanı" yüksektir. Müşteri veri bankasının güncellenmesi, kime gideceği belli olmayan bir mektubun sahibinin bulunarak iletilmesi, kağıt sıkıştığı için duran fotokopi makinesinin arıza bilgisinin verilmesi, hatta tamir edilmesi gibi angarya işler Rıfkı kategorisine girer. Rıfkı birini bir kere sevdi mi onu asla bırakmaz, kendisini yiyenin üstünde yapışıp kalır. Çevredeki yemek hizmetlerinin telefonları, hatta millete yarayacak kırtasiye malzemelerinin barındırılmasını bunlar kendilerine iş edinirler. Rıfkı'yı onlara çakanlar ise çoğunlukla da Koz'cu ve El Almaz'cıların kendileridir. Rıfkı kazığını yiyenin omzu hem oyunda hem işte düşer, işte dibe oturur, sonra daha bekleyen başka Rıfkı'lar omzuna biner.
Rıfkı yeme becerisi küçük yaşlarda gelişmeye başlar. Sorumluluk duygusu yüksek bu garibanlar iş yaşamı dışında da okkanın hep altına girmişlerdir. Evlerinde ortalığı bunlar toparlar, anne rahatsızlanınca diğer kardeşleri değil bunları arar, ailede bakıma, doktora, paraya muhtaçlar hep bunların üzerine kalır. Sorumluluk duygusuyla yetiştirilmiş iyi niyetli aile çocuklarının (özellikle kadınların) Rıfkı yeme potansiyeli daha yüksektir. İlginç bir şekilde Rıfkı nereye gideceğini, sorununu kimin üstleneceğini hep iyi bilir. Bu nedenle, sürekli Rıfkı yiyenler şikayet edeceklerine neden Rıfkı’ları sürekli üzerlerine çektiklerini incelemeli, bu durumu artık yönetmeye başlamalıdırlar.
Son 2 El Almaz: Bu ceza oyununda herbiri -180 puan olan son iki el alınmamaya çalışılır. Bir de Son 2 El ihalesinin sürekli üzerlerinde kaldığı kişiler vardır. Hatta son 2 eli yiyenler aynı zamanda Rıfkı'yı da yiyenlerdir. Genellikle satış operasyon, raporlama, çağrı merkezi veya reklam ajansları gibi belirli işlerde çalışırlar. İş süreçlerimiz birbirine fazlaca bağlıdır. Bir bölümdeki çalışan işini zamanında yapmaz ertelerse onun işinin devamında yer alan kişinin ve ardındakilerin işleri aksar. Ancak, sürecin en sonunda yer alan kişinin işi ilettiği yer müşteri (örneğin reklam bölümü, ajans, tedarikçi) veya bir üst merci (örneğin en üst amir, raporlanan yurtdışı) gibi aksamanın yansıtılamayacağı bir makamsa tüm süreçteki gecikme son 2 el olarak bu zavallının elinde patlar. Kampanya planı, raporlama verileri şu veya bu nedenle gecikir, ertesi güne de yayınlanması gereklidir. Bu zavallı çalışanlar kendilerine bir türlü zamanında gelmeyen işleri tamamlamak, gece yarılarına kadar çalışmak zorunda kalırlar. Bu kardeşimiz üşenmez, gelmeyen verileri kendisi çıkartarak raporu hazırlar. Uzun bir süre sonra verileri çıkartma görevi olan Rıfkı'nın El Almaz'cının iş tanımından kendi iş tanımına çakıldığını (çok sonraları belki) fark eder.
El Almaz: Her biri -50 puan olan el, yani sorumluluk alınmamaya çalışılır. Bunlar ortaya düşen firma için gerekli işlere öyle bakarlar, bulaşmamayı bir şekilde becerirler. Uzun vadede foyaları ortaya çıkacağı için genelde iki temel strateji uygularlar. Güçlü kart dağıtıcı olan yöneticiye yakın durup kozları ele geçirmek, böylece çaba sarf etmeden parsayı toplamak, hatta utanmadan diğerlerinin yaptığı işlere sahip çıkmak (bu nedenle El Almaz'cılar aynı zamanda iyi birer Koz oyuncularıdır). Bir de, iş yapmadıklarının belli olmaması için Rıfkı veya Son 2 El yiyen garibanları bir şekilde civarlarında tutmak. Bu nedenle, El Almazcı Koz'cular bu garibanlarla mutlaka simbiyoz bir yaşam sürerler.
Seviyeleri veya kıdemleri ne olursa olsun "tava" olarak betimlediğimiz iş ortamında çalışan veya yöneticilerimiz 2 temel grupta kutuplaşırlar.
1) Sömürülenler: Firma tavalarında iş dünyasının yakıcı aleviyle yanarak kavrulan, sürekli Rıfkı ve Son 2 El'leri sürekli yiyerek içi iyice şişen garibanlar üzerlerindeki iş yüküyle artık hiç hareket edemez ve "sünger" mertebesine erişirler. İyice yandığı için ömür boyu tavalarına yapışıp kalmışları bile vardır.
2) Gizlice sömürenler: Oyunun kurallarını çok iyi kavramış, kendileri fazlaca kollayarak hiçbir sorumluluk (yani El) Almayan, sürekli Koz oynayarak çaba sarf etmeden parsayı toplayanlardır. Bunlar iş yaşamında henüz tecrübeleri yokken bile doğuştan sıyırma yetenekleri sayesinde "teflon omuzlu" sıfatını hak ederler. Ortaya gelen, hatta kendi iş tanımlarında olan Rıfkı'ları üzerlerinde tutmayıp, kıvrak bir hareketle teflon omuzlarında kaydırarak tavada en yakındaki süngerlere çakarlar. Neredeyse hiç sorumluluk ve iş yükü altına girmezler. Yıllar içerisinde, genel müdürüne karşı "Artistik Puan" alma yeteneklerini geliştirip, "Teknik Puan"larda kısır kalmalarına rağmen, çevrelerinde kesilen parmakları idrarlamayarak, hatta üst yönetimden gelen rüzgârın yönüne göre yön (hatta şekil) değiştirerek kaygan tava (firma) zemininde ayakta kalmayı iyice becerir hale gelir, yani yüzsüzlükleri artarak "kaşarlaşırlar". Bunların çok tecrübeli üst yönetici konumundakilere "kurumsal kaşar", çok uluslu firmada kök salanlarına da "corporate kaşar (cheese)" ünvanını veriyoruz. Alttan veya üstten gelen alevin durumuna göre yön değiştirir, tavanın kaygan zemininde yanmadan, zemine (alt kademeye) düşmeden pozisyonlarına tutunur, hatta bunun için dar tava zemininde kıvrak çalımlar atabilir, amirlerine doğru ince yağ salabilirler. Üzerilerine gelen alevlerin arttığında istismarı iyice abartıp, kendisi yanmasın diye sürekli Rıfkı yemekten tava zeminine yapışmış süngerlerin üstüne çıkıp tepinenler bile vardır.
Son söz: Görüldüğü üzere King Oyunu, firma ortamlarımızın aslında birebir yansımasıdır ve ona iyi bir hazırlık sağlar. Kurumlardaki "yöneticilik" dediğimiz işlev, özünde bu iki farklı grup üyelerinin etkileşiminin firma yararına yönetilmesidir. Giderek globalleşen, birbirleriyle entegrasyonu ve etkileşimi giderek artan günümüz organizasyonlarının yönetimi artık sadece teorik iş tanımları ile olamamaktadır. Dünyanın herhangi bir yerinde beklenen veya beklenmeyen bir gelişme (ABD'deki mortgage krizi, İzlanda'da volkan patlaması, ani kur değişimi gibi) firmalarda acil önlem alınmasını gerektiren planlanması güç birçok durum Rıfkı'ların ve Son 2 El'lerin oluşmasına neden olmaktadır. Firma yönetimlerinin ortaya düşen bu işleri kendi işleri gibi sahiplenerek çözmeye çalışacak, çözümleri bir sisteme oturtacak, sorumluluk ve inisiyatif sahibi motivasyonu yüksek bireylere giderek daha fazla ihtiyacı olmaktadır. Zaman içerisinde iş tanımları mutlaka revize edilmelidir. Ama aynı zamanda da kurumda bahsedilen bu yetkinliklere sahip bireylerin ezilmesi engellenmeli, bu tutumları ödüllendirilmelidir. Halbuki işe alımda ve yönetiminde özgeçmişin şatafatına aldanarak emekçi yerine Teflon omuzluları işe almak ve bunların bir süre sonra kurumsal kaşarlara dönüşmelerine olanak tanımak firmalarımızda giderek artan bir yönetim zafiyeti olarak görülmektedir. Bu şirketlerde kimse inisiyatif almaz, belge altına imza atmaz, Rıfkı'lar sürekli olarak bir başkasına çakılmaya, arka kollanmaya çalışılır. Yükü çeken Rıfkı yiyenleri de takdir ve taltif etmediklerinden zamanla onları da kaybederler. Firma bu arada piyasa gerçeklerinden uzaklaşır, hızlı hareket edemez, fırsatları değerlendiremez, kısa dönemli günü kurtarma ve janjanlı sunum merakı, uzun dönemli başarı ve icraatın önüne geçer.
Kozları ve ceza puanlarını iyi yönetebilmek kişinin kendi kariyeri açısından da çok kritiktir. Kişi geleceğini iyi belirlemeli, kendi kozunu kendisi yaratmalıdır. Çalışanın en iyi kozu (amirinin de görebileceği) artan bilgisi ve işe katkısıdır. Rıfkı ve Son 2 El gibi sorumluluklar firmada birileri tarafından üstlenilmelidir. Sanılan aksine bunları yemek çalışan için de iyi sonuçlar verebilir, ancak çalışan bu süreci iyi yönetmelidir. Firmalarımızda yediği Rıfkı'lardan ezilerek üst yönetimce yıllarca fark edilemeyen garibanlar vardır. Bu konuma düşülmemelidir. Bazen Rıfkı'yı firma yararı mecburen ve bilerek yemek gerekir. Ama bu uzun vadede kariyer yararına dönüştürülmelidir. Üst yönetimce fark edilmiş Rıfkı yemek hem sorumluluk duygusunun ve iyi niyetin bir belirtisi, hem de çalışanın diğer firma işlerinin nasıl işlediğini görmeleri açısından yararlıdır. Bu satırların yazarı çalıştığı veya yöneticilik yaptığı firmalarda yıllarca bol bol Rıfkı yemiş, bunun sonucunda (o zamanlar bu dinamiklere aklı ermediği için) uzun saatler çalışmak zorunda kalmıştır. Ama sonrasındaki kariyerinde edinilen tüm bu bilgi ve yetkinlikler sayesinde kariyer başarısı artmıştır. Özetle, özellikle Rıfkı yeme süreci iyi yönetilmeli, altında ezilmemeli, bundan (terfi, bilgi artışı, projeye atanmak, yeni ve gelişen bir iş alanını öğrenmek gibi) ileriye dönük yarar sağlanmalıdır.
22.05.2010 - 09:20 Yekta Ö. ÖZÖZER / ABC Danışmanlık Ltd.
http://www.dunyagazetesi.com.tr/is-yasami-bir-king-oyunudur-aslinda_88430_haber.html?#

6 ADIMDA KARİYER PLANLAMA

Makaleyi okumak için http://www.abcdanismanlik.com/